SEN SIRRIYIN KÖLESİ OLMA SIRRIN SENİN KÖLEN OLSUN ...YUSUF TER.
   
 
  KOMÜNİZM NEDİR ?
Kara Kızıl Notlar Dergisi'nin Temmuz-Ağustos-Eylül 2006 Sayısından Alınmıştır.

Komünizm nedir? Komünizm nedir? Concise Oxford sözlüğünde komünizm aşağıdaki şekilde tanımlanmıştır:
“1 Marx’tan hareketle geliştirilmiş, sınıf savaşını savunan ve ortak mülkiyetin olduğu, her bireyin kendi yeteneklerine ve ihtiyaçlarına göre çalışarak ücretlendirildiği bir toplumu hedefleyen politik teori. 2 (genellikle Komünizm –‘K’ büyük harfle) SSCB veya başka yerlerde kurulmuş bir komünist toplum biçimi.”
Eğer yukarıdaki tanım doğru olsaydı bu makale oldukça kısa olurdu. Ancak Concise Oxford yine yanılıyor. Gerçekte sosyalizm ve komünizm terimleri, 1820’lerde İngiltere’de politikalarının “Owenizm” kavramıyla anılmasından rahatsız olmaya başlayan kooperatif hareketinin üyeleri tarafından benimsenen terimler olarak ortaya çıkarlar. Başlangıçta bu iki terim arasında aslen bir fark yoktu. Ancak 1840’larda komünizm terimi devrimciler tarafından kendilerini, sosyalizm terimini farklı reformist kuramların karışık bir toplamını kapsayacak şekilde uyarlamış olan J.S.Mill gibi reformistlerden ayırmak için kullanılmaya başlandı.
1870lere gelindiğinde bu terimler aynı amaç için farklı araçları benimseyen iki ayrı kuram olmaktan çıkıp, farklı amaçları hedefler hale geldi. Oxford İngilizce Sözlüğü kaynaklarında şu nota yer veriyor:
“Forster Günlüğü 11 Mayıs, T. W. Reid’ın Yaşamı (1888)… Komünizm ve sosyalizm arasındaki derin farkın sosyalizmin ücretlendirilmenin harcanan emeğe göre olması gerektiğini söylerken, komünizmin buna inanmaması olduğunu öğrendim.”
Bu makalenin konusu komünizmin, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında yaygınlaşan sosyalizme karşıt olan bu anlamıdır. Elbette bir isme illa sahip çıkmak o kadar da önemli değil, zira birçok kişi komünizmin Marx ve SSCB ile ilgili bir şey olarak biliyor. Kurmayı hedeflediğimiz kapitalizm sonrası toplumun adı bizce bir ayrıntıdan ibarettir, önemli olan fikirlerin içeriğidir. Ancak bu makalenin amaçları gereğince bir isim seçmek durumunda olduğumuzdan, tarihi bir isim olan komünizmde karar kıldık.

Köken

Toplum, ayrıcalıklı olanlarla sömürülenler şeklinde bölünmüş olduğundan beri direniş vardır ve bu direniş, özgürlüklerine giden yolun arayışı içinde olan ezilenlerin dilinde sesini ve ifadesini bulmuştur. Ancak, komünizm, kapitalist toplumun ortaya çıkışının ve bunun getirdiği yeni ezme koşullarının ve özgürlük olasılıklarının bir sonucudur. Kapitalizmin gelişimi, kapitalizm öncesinin tarım temelli toplumunda iktidardan dışlanan yeni bir sınıfın iktidar mücadelesine dayanıyordu ve mücadeleyi ifade etmek ve yönetmek için kullandıkları araç da politik ekonomiydi. Komünizm bunun sonrasında, yeni bir sınıfın, proletarya veya işçi sınıfının, kendi sesini aradığı, rakibinin yani burjuvazinin sesine göğüs germeye kalkıştığı ve burjuvaziyle mücadeleye tutuşmaya başladığı dönemde ortaya çıkmıştır.

Politik Ekonomi

Poiltik ekonomi, 17. yüzyılın sonlarında Adam Smith’in eseriyle başlar. Smith’in “Ulusların Zenginliği” adlı eseri, politik hareketlerin kendi sınıfsal özlem ve isteklerini teoloji üzerinden ifade ettikleri 17.yüzyıldaki İç Savaş’ın dini söylemini geride bırakma amaçlı bir projeydi. Smith bu amaçla, dinin öldürücü ve öngörülemeyen çelişkilerini “gerçekler”e başvurarak engellemeyi hedefleyen seküler, akılcı ve “bilimsel” bir söylem yaratmaya çalışan Aydınlanma’nın mantığını izledi. Buradaki amaç, iktidarın eylemlerinin veya politikalarının yönünü, genel refahı arttıracak şekilde belirlemekti. Bu noktadaki zorluk, refah veya “değer” için güvenilir bir ölçü bulmaktı. Enflasyonun tarihi göz önüne alınacak olursa, para doğrudan bir ölçü olarak pek tutarlı değildi. Smith en sonunda, üretilen mallar için harcanan emeği temel alan bir değer teorisinde karar kıldı.
Smith’i takip eden James Mill ve David Ricardo gibi politik ekonomistler tarafından daha da geliştirilecek olan “emek-değer teorisi”nin temeli buydu. Bu teori, belli miktarda tahılı belli miktarda işlenmiş demir veya giysi ile takas edilebilir kılan değeri, her bir ürünün üretimi sırasında emek harcanması gereken ortalama süre ile belirleyen teoridir. Smith’in politik ekonomisinin sorduğu esas soru, gelir dağılımındaki değişikliklerin ulusun genel refahının artışına nasıl bir etki yaptığıydı. Buradaki ana argüman, vergilendirme yoluyla zenginliği imalat ve ticaretle uğraşan kesimlerden toprak sahiplerine dağıtan devlet politikalarının büyümeyi geciktirdiğidir. Çünkü toprak sahipleri Smith’e göre fazladan gelirlerini, zenginlik yaratan endüstrilere yatırım yapmak yerine kişisel harcamaları için har vurup harman savurmaktaydılar.
Politik ekonomi, ortaya çıktığından beri son derece belirli bir amaca hizmet etmekteydi: Gelişen ve güçlenmeye başlayan imalatçı burjuva sınıfının çıkarlarını, iktidar gücünü tekellerine almış toprak sahibi soylulara ve aristokrasiye karşı savunmak. Politik ekonomi aynı zamanda, Thomas Malthus gibi politik ekonomistlerin argümanları aracılığıyla, ekonomik çöküş ve yüksek işsizlik dönemlerinde fakirlerin ve işsizlerin bakımı için imalatçı patronların ödemek zorunda oldukları vergilere karşı çıkıyordu. Bu konu, 1815’te Napoleon’un savaşlarının bitişini izleyen büyük ekonomik çöküşte ve 1824’te sendikaların yasallaşma önerisi etrafındaki mücadelede özellikle öne çıktı.

William Thompson

Politik ekonomiye eleştirel şekilde yaklaşarak onu işçi sınıfının ve fakir köylülerin durumunun iyileştirilmesini savunacak şekilde dönüştürmeye çalışan ilk isimlerden biri, West Cork’lu Anglo-sakson bir toprak sahibi ailenin oğlu Willam Thompson’dı. 1775’te Cork’ta doğan genç Thompson, Aydınlanma’nın, cumhuriyetçiliğin ve Fransız Devrimi’nin coşkulu savunucularından biriydi. Daha sonra kooperatif hareketin içinde Robert Owen’a radikal bir biçimde muhalif olan önde gelen isimlerinden biri oldu.
1820’lerde, yerel bir “seçkin” konuşmacının “aşağı sınıfların” mutlak sefaletinin sözde zorunluluğu ve faydasını savunmasına öfkelenen Thompson’ın politik ekonomi hakkındaki araştırmaları, 1824’te “Zenginliğin İnsan Mutluluğunu Sağlayacak Dağılım Prensipleri Hakkında Bir Araştırma” adlı eseri ile meyvesini vermiş oldu. Bu uzun başlığın da gösterdiği üzere, kendisinin de dikkati, aynı politik ekonomistler gibi, zenginliğin dağılımı üzerinde yoğunlaşmıştı, ancak kıstası genel geçer “ulusun zenginliği” soyutlamasından ziyade faydacı “en çok kişi için en iyi” yaklaşımı idi.
Bentham’ın üç prensibini – güvenlik hakkı, ‘emekçinin kendi ürünü üzerindeki hakkı’, geçinme hakkı- hedef aldı. Geçinme hakkı, üretilen malların dağıtımını ihtiyaca göre belirleyen prensipti ve Bentham’a göre, üreticilerin kendi emeğinin ürününü talep etme hakkının önceliğini tanıyan ‘emekçinin kendi ürünü üzerindeki hakkı’ ilkesinin altında yer alıyordu. Bentham bu ikisinin üzerine güvenlik hakkını yerleştirdi. Güvenlik hakkı bireyin var olan mülkiyetinin toplum tarafından gelişigüzel el konulmasına karşı çıkıyor ve ekonomik aktivitelere yönelik tüm teşvik edici etkilerin, bir kazanç elde etme olasılığının ortadan kalkmasıyla anlamsızlaşmasına engel olunmasını işaret ediyordu.
Thomphson’ın ilk saldırı noktası, Bentham ve diğer faydacıların, güvenlik hakkı kisvesi altında, mülkiyetin bu şekilde dağıtımının nasıl ortaya çıktığıyla hiç ilgilenmeksizin var olan mülkiyet statükosunu savunduklarını açığa çıkarmak oldu. Thompson’un West Cork’unda, Anglo-İrlandalı Protestanların elinde bulunan toprak tekelinin, tasarruf, zorlu bir çalışma veya tutumluluk sonucu ortaya çıkmadığını, fakat askeri zor tarafından yaratıldığını görmek güç değildi. Thompson ayrıca, mülksüzler ve mülkiyeti tekelleştirenler arasındaki değişimin (emek gücü ile ücret arasındaki takasın), mülksüzler emeklerine karşılık haksız bir ücretlendirmeyi kabul etmek, aksi takdirde açlıktan ölmeyi göze almak zorunda oldukça, herhangi bir şekilde serbest veya eşit olarak görülemeyeceğini açığa çıkardı. Thompson, incelemesine, işverenlerin ücretli işçileri sömürmeleri sürecinin ve ürünün aslan payına –ki bu daha sonra Marx tarafından artı değer olarak adlandırılmıştır- el koymalarının analizi ile devam etti.
Thompson buradan hareketle, toprak ve üretim araçlarına eşit erişim hakkının herkese garanti edilmiş olduğu, ancak dağıtımın emekçinin kendi ürünü üzerindeki hakkının geçinme hakkına önceliği tarafından yönetildiği bir “serbest değişim” sistemi ileri sürdü. Anarşist tarihçi Max Nettlau’nun belirttiği üzere: “Thompson’ın kitabı, düşüncelerindeki evrimi açıkça ortaya koyuyor. Emeğin tüm ürünleri üzerindeki hakkını ve ürünlerin dağıtımının düzenlenmesini talep ederek başlayıp, komünizme -yani sınırsız dağıtıma- varıyor.”
Yani, emeğin kendi ürünleri üzerindeki hakkını temel alan bir sistem önererek bunu, statükoyu devre dışı bırakırken kullandığı faydacı kıstası kullanarak, eşit dağıtımın olduğu bir sistemle karşılaştırmalı olarak inceledi ve şaşkınlıkla “serbest değişim” sisteminin sınırsız eşit dağıtım sistemine göre daha az önemli olduğu sonucuna ulaştı. Kuramsal “serbest değişim” sistemini inceleyerek bunun rekabetçi doğasının farkına vardı. Nitekim “rekabetçi” terimini kapitalist değişimi tanımlar şekilde ilk kullanan da aslında kendisiydi. Thompson’ın rekabetçi sisteme atfettiği kötülüklerden biri şuydu: sistem herkesi aslında denk olduğu kişileri rakibi veya amaçlarını gerçekleştirmek için kullanacağı araçları olarak görür hale getirmekteydi. Fakat Thompson’un rekabetçi sistemin olumsuzluklarına dair sadece bu etik ya da ahlaki noktayı vurgulamıyor, bu sistemin verimlilik bakımından da olumsuzluklarına işaret ediyordu: rekabet insanları yenilikleri ve keşiflerini saklamaya teşvik ediyor ve piyasa istihbaratının da gizli tutulması ile verimsizlik ve israfa sebep oluyordu.
Thompson, “Zenginliğin Dağılımı”nın yayımlandığı yılda, vaktinin çoğunda Londra’da sendikaların haklarını J. S. Mill gibi burjuva politik ekonomistlerine karşı savunmaya yönelik tartışmalara katıldı ve yeni kurulmuş London Mechanics Institute’ta Thomas Hodgskin’le birlikte işçilere yönelik eğitim çalışmaları yaptı.

Thompson – Hodgskin Tartışması

Thomas Hodgskin, Chatham Kent’te donanma tersanesinde bir dükkan sahibinin oğluydu ve Napoleon savaşları sırasında Britanya donanmasına hizmet etmişti. Savaş sonrası üst rütbeliler ile giriştiği kavgalar yüzünden donanmadan kovulunca radikal bir gazeteci olarak otoritenin ve üst sınıfların şiddetli bir eleştiricisi haline geldi. Üst sınıfın toprak ve üretim araçları üzerindeki tekelinin, emeğini bazı zorunluluklar sonucunda bunlara satmak durumunda kalanların sömürülmesine fırsat verdiği konusunda Thompson’la aynı görüşü paylaşıyordu. Thompson’dan ayrıldığı nokta, kapitalist sömürüden kurtulmuş emeğin kendi ürünleri üzerindeki tam söz hakkının radikal reformun nihai hedefi olması gerektiğiydi. Hodgskin’in görüşüne göre, birlikler şeklinde örgütlenmiş işçi grupları üretim araçlarının mülkiyeti ele geçirebilir ve bir “pazar” tabanında ürünlerini birbirleri arasında değiş tokuş edebilirlerdi. Hodgskin ve Thompson arasında bunu izleyen tartışma, yazarların sırasıyla “Savunulan Emek” ve “Ödüllendirilmiş Emek” kitaplarında somutlaştı. Bu kitaplarda somutlaşan tartışma sosyalizmin ve komünizmin savunucuları arasındaki bugünün radikal antikapitalist hareketi içerisinde de geçerliliğini korumakta olan ayrılığı pek çok açıdan ortaya koydu.

Hodgskin’in Thompson’ı gölgede bırakması

Sonuçta Hodgskin’in analizi Thompson’ınkine üstün geldi. Thompson, West Cork’tan geliyor oluşunun marjinalleştirici etkisinin, erken ölümünün ve deneysel toplumlar oluşturma stratejisi ile uzlaşmasının zararlarını gördü. Bunlara ek olarak teorik yapıtları fazla uzun, sert ve hepsinden önemlisi sıradan bir işçi tarafından ulaşılamayacak kadar pahalıydı. Buna karşın Hodgskin kısa ve netti, ayrıca argümanlarını sıradan işçilerin okuyup anlayabileceği ve etrafındaki insanlara karşı kullanabileceği şekilde formüle etme yetisine sahipti. Hepsinden önemlisi Hodgskin yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan sendikaların amaçları için “yeterince iyi”ydi. Patronların politik ekonomisini onların aleyhine çevirecek kadar radikal, ancak Thompson’ın erken-komünizminin talep ettiği var olan düzenin gerçekten radikal bir şekilde tamamen tersine dönmesine engel bir tutum. Hodgskin sayesinde sendikaların ajitatörleri, işçilerin patronlar tarafından sömürülmediği, ancak para ve değişimin tanıdıklığının korunduğu bir gelecek fikrini oluşturabiliyordu. Bu gelecekte işçiler, kapitalistler ve toprak ağalarının sömürüleri tarafından azaltılmayacak olan bir “doğal ücret” alacaklardı.

Joseph Dejacque – devrimci yöntem

İrlanda’daki cumhuriyetçi devrimin vahşi baskısı ve ezici yenilgisi, Thompson ve Hodgskin’i, kooperatifçileri ve sendikacıları nasıl eylemlerinin çerçevesini devrimci bir kapsamdan uzaklaşmaya ittiyse, Fransa’daki devrim gerçeği de tüm ilerici düşünceyi kendi çatısına çekti. Ancak Proudhon bu kalıbı devleti uzağa iten, topluma yayılmış ve devrimci bir çözüm önerene kadar bu devletçi ve otoriter bir çatıydı. Proudhon, Fransız radikal düşüncesindeki devletçiliğin boğucu hakimiyetini kırışındaki orijinalliğe karşın, görüşlerinde yine de bazı gerici unsurları alıkoymuştu. Joseph Dejacque’ı, yeni anarşist idealin genç bir sempatizanını, Proudhon’un yanıldığı noktaları açığa vurmaya ve eleştirmeye iten de, Proudhon’un kadının özgürleşmesi konusundaki ilkel tutumuydu. Ancak Dejacque, kadının özgürleşmesi konusundaki muhalefetine ek olarak Proudhon’un kapitalizme yönelik ekonomik eleştirisini de yetersiz ve eksik olmakla itham etti. Aslında Proudhon’un konumu, toprak ve üretim araçları üstündeki kapitalistlere ve toprak sahibi sınıflara ait tekellerin yok edilmesini savunurken; ücret, para ve takasın, malların üreticiler arasındaki akışını örgütleme aracı olarak muhafaza etmesi açısından Hodgskin’le benzerdi. Proudhon da başka bir deyişle, kapitalistlerin olmadığı bir kapitalizmi savunuyordu.
Dejacque’a göre bu fazla tutucudur. Dejacque, Proudhon’un “mülkiyet hırsızlıktır” sloganının kendi görüşüne göre mantıksal sonuçlarından hareketle üreticilerin, ürettiklerinin kendi tüketimleri veya kullanımları için gerekli olmayan kısmı üzerinde herhangi bir talepte bulunmalarını mülkiyet talebi olarak itham eder. Bu bağlamda Dejacque, mülk –kişinin kendi kullanımı için üzerinde makul olarak özel bir hakkının olduğu mallar- ve mülkiyet –kişinin kendisinin kullanmadığı mallarının başkaları tarafından da kullanılmamasına uğraşması- arasında bir ayrıma gitmektedir. Bu noktada kendi numarası ve beğenisine göre ayakkabı üretebilen ve bunu kullanmak için kendi malı ilan eden bir ayakkabıcıyı örnek gösterir. Bu ayakkabıcı aynı zamanda farklı numaralar ve beğenilere, modalara göre de ayakkabı üretebilir. İkinci durumdakiler, ayakkabıcı bunları kendi kullanımı için üretmemiş olduğundan mülk değildir. Bunları mülkiyet olarak tanımlaması başkalarının bunları kullanmasını reddetmesi, yani bunlara, yeterince değerli olduğuna kanaat getirdiği diğer ürünlerle değiş tokuş yapmak için el koyması anlamına gelir.
Dejacque’ın takas eleştirisi, büyük oranda Fransız devriminin aydınlanmacı söyleminden gelen adalet ve adaletsizlik kavramları üzerine kurulmuştur. Komünizm hedefini, devrimci ve açıkça devlet karşıtı ve anarşist çizgiye entegre etse de, Thompson’un daha çok emek harcanmış ve geniş kapsamlı kapitalist politik ekonomi eleştirisinin bütünselliğinden yoksundur. Böylelikle Dejacque ilk liberter veya anarşist komünist olarak tarihe geçmektedir. Dejacque’ın kendisini anarşist olarak tanımlamasına ve yayımladığı derginin adı yoluyla, “liberter” terimini eş anlamlı bir sözcük olarak ortaya atmasına rağmen ekonomik fikirlerine “komünizm” etiketini yapıştırmamıştır.

Marx – başarısız olmuş bir sentez

Bu etiket o dönemde Proudhon’un şiddetle karşı çıktığı otoriter ve devletçi ittifak tarafından kullanılıyordu. Özellikle bu esnada alman radikaller Karl Marx ve Friedrich Engels’i bünyesinde barındıran Komünist Birlik kavramı açıkça benimsemişti, nitekim bu iki alman radikali daha sonra birlik için “Komünist Manifesto”yu kaleme aldılar.
Marx 1840’lardaki araştırmaları sırasında hem Thompson’ın hem de Hodgskin’in çalışmalarıyla karşılaştı ve “Kapital” ile diğer eserlerindeki eleştirisinin ana hatlarını bu isimlerin ortak kapitalist sömürü eleştirisinden aldı. Ancak ikisini ayıran çekişme konusunda Marx ne birinden ne de diğerinden yana tavır koydu. Emeğinin çoğunu, Thompson ve Hodgskin tarafından ana hatları 1820’lerde çıkarılmış kapitalist politik ekonomi eleştirisini derinleştirmeye harcayan Marx, kapitalizm sonrası toplumun yönetim ilkelerine dair dikkat çekici derecede az şey yazmıştır. “Gotha Programının Eleştirisi”nde yazdıkları, Thompson ve Hodgskin tarafından savunulan iki çekişen ilkenin arabuluculuğunu yapma çabası gibi görünüyor. Marx, toprağın ve üretim araçlarının toprak sahipleri ve kapitalistlerden alınıp kamulaştırılması yoluyla kapitalizmin yıkılıp yeni bir toplumun oluşmaya başlaması sürecinde, toplumun para, ücret ve takas biçimlerini koruması gerektiğini ileri sürer. Marx’ın bu “ilk aşama komünizmi” (ki bu, bu makalede kullandığı anlamda komünist değildir), Hodgskin’in kapitalistlerin olmadığı kapitalizm görüşüne karşılık düşer. Diğer yandan Marx bu dönemi bir son olarak değil, Thompson’ın ücret, para ve değişimin kalktığı toplumuna tekabül eden “yüksek aşama komünizmi”ne bir geçiş aşaması olarak görür. Marx’ın iki konumu uzlaştırma denemesi gelişmemiştir ve temel soruları cevaplamakta başarısızdır: ilk aşama neden kendi başına yeterli bir amaç değildir; ilk aşama ikinci aşamanın (netleştirilmemiş) şartlarını tam olarak nasıl oluşturur ve bir aşamadan diğerine geçiş ne zaman gerçekleşir?
Eserlerindeki bu eksiklikler Marx’ın katkılarının özgünlük ve gücünün diğer yüzüdür. Thompson Hodgskin ve Dejacque sosyal kurtuluş meselesine tarihsellik içermeyen bir şekilde sırasıyla faydacı, radikal ve aydınlanmacı devrimci analizlerle yaklaşırken; Marx devrimci analize, Hegelci arka planından hareketle tarihi gelişim perspektifini getirmiştir. İlk üç isim de emekçi sınıflarla mülkiyet sahibi sınıfların çıkarlarının çeliştiğinin ve patronlarının ideolojilerinin kendi sınıflarının çıkarlarıyla paralelliğinin farkında olduğu halde, sınıf mücadelesini tarihin motoru olarak teorize eden Marx olmuştur. Marx’ın “Kapital”inde özgün olan Thompson’dan miras aldığı sömürü ve artı-değer teorisi değil, sınıf mücadelesinin çalışma gününün sınırlandırılmasındaki ve işçi sınıfının sömürüye karşı gösterdiği dirence cevaben üretimin verimliliğini arttırıcı teknolojinin ortaya çıkışındaki belirleyici rolüdür. Marx’ın teorisinin bugün için hala bir şey ifade etmesinin sebebi, toplumsal yaşamın tarihi ve çatışmaya dayalı dinamiklerine verdiği bu önemdir, ancak buna kapitalizm sonrası toplumun hedeflerinin özelliklerine verilen önemin eksikliği eşlik etmektedir. Devrimci teoriye yaptığı birçok katkıya rağmen, Marx’ın çalışmaları, kapitalizm sonrası toplumdaki sosyal ilişkileri araştırmak bakımından Thompson’ın çalışmalarına göre bir geri adımı temsil eder.

Burjuvazi karşı saldırıya geçiyor – Ekonomi politikten politikanın çıkarılması

On dokuzuncu yüzyılın sonunda kapitalist ekonomi politiğin legal taraftarları, kapsamlı bir yön değişikliğini zorunlu kılan büyük çapta meydan okumalarla karşılaştıklarını fark ettiler. Klasik ekonomi politiğin gelişim çizgisini devam ettirmek artık pek uygun bir seçenek değildi. Sebeplerden bazıları teknikseldi – klasik ekonomi politik sadece fiziksel ürünlerin üretimini zenginlik yaratıcı olarak değerlendiriyordu ve hizmet sektörünün ekonomisini dikkate almıyordu. Diğer sebepler ise daha ziyade tarihiydi –uluslar arası terimlerle, klasik politik ekonomistler sömürgeciliğin ve Amerika’daki savaşın şiddetli birer eleştiricisiydi, çünkü bunları zenginliği yaratan üretici sınıfı vergilendiren ancak sadece toprak sahibi ve aristokrat sınıflara çıkar sağlayan politikalar olarak görüyorlardı. Tarihsel olarak klasik ekonomi politik, iktidardan mahrum bırakılmış kapitalist sınıfın kışkırtıcı propagandasıydı. Ancak on dokuzuncu yüzyılın sonuna geldiğinde bu sınıf politik reformlar sayesinde yönetici sınıfa dahil edilmişti ve artık çoğunluğunun geç Victoria döneminin “Yeni Emperyalizm”inden sağlanacak çıkarlarda payı vardı. En önemlisi, kapitalist sınıf, ekonomi politik kuramının kendisinden alınıp zenginliği esas üreten sınıfın –işçi sınıfının- çıkarlarını savunmaya ve iktidar eleştirisi yapmaya yarayacak şekilde kullanılabileceğini hiç göz önünde bulundurmamıştı. Tüm bu sorunları çözmek üzere ortaya çıkan bir grup iktidar yandaşı, ekonomiden politikayı çıkarıp bu “sosyal bilimi” kapitalistlerin pazar analizi için teknik bir araç olarak yeniden kullanılır hale getirmek istediler.
William Jevons, bu post-klasik ekonomistlerin ilklerinden biri- emek değer teorisinin verdiği zararı gidermeye o kadar meraklıydı ki, bir malın veya hizmetinin fiyatının, bunun üretilmesi için harcanan emeğe bakılmaksızın sadece talep tarafından belirlendiğini ileri sürdü. Doğal olarak Jevon’ın bu uç konumunun pratikte savunulabilecek bir yanı yoktu ve teorileri, istemeyerek de olsa emek maliyetini, bir ürünün fiyatını belirleyen maliyet faktörlerinden biri olarak kabul eden Alfred Marshall tarafından çürütüldü. Bu tutumunun kendisinin sosyalizm düşmanlığının Jevon’dan daha az olduğunun sanılmaması için Marshall, politik görüşünü daha en başından, “üretim araçlarının kollektif mülkiyetinin insanlığının gücünü kıracağı ve ekonomik ilerlemeyi kısıtlayacağı” görüşü ile temellendirilmiş bir “sosyalist program” muhalefeti şeklinde ortaya koydu. Marjinal fayda teorisini ve geleneksel ekonomi ders kitaplarının tümünü süsleyen fiyatın arz ve talep eğrisi grafiklerini ortaya koyan da Marshall’dır.
Neo-klasik ekonomistlerin emek değer teorisini zayıflatma çabaları ancak ekonomi politiğin esas amacının, yani ulusal ekonominin büyüme oranının ve hükümetin politikalarının bu büyüme üzerindeki etkisinin ölçülebileceği bir değer ölçüsü bulma amacının, terk edilmesiyle başarılı oldu. Sonuç olarak neo-klasikçiler, değer ölçüsünün terk ettiler ve sadece fiyatın belirlenmesi üzerine odaklandılar. Sonuç olarak kapitalistlerin fiyatları hesaplaması ve yatırım fırsatlarını değerlendirmesi için oldukça faydalı bir teknik araç elde ettiler, ancak toplamda bakıldığında “marjinalist devrim”lerinin kendisi de olsa olsa marjinal bir fayda sağlıyordu.
Resmin bütününü hedef alacak bir teori ihtiyacı, neo-klasikçilerin çabalarını mikro ekonomiye indirgeyen bir “makro ekonomi”nin evrimiyle sonuçlandı. Makro ekonomicilerin sorunları, politik ekonomicilerinkiyle aynıydı: parasal enflasyondan etkilenmeyen kararlı bir zenginlik ölçüsünün nasıl elde edilebileceği. En sonunda seçtikleri ölçü birimi Perakende Fiyat Endeksi [Retail Price Index] oldu. Perakende Fiyat Endeksi, söz konusu ölçü biriminin İngiltere’de kullanılan ismidir, benzer endeksler farklı ülkelerde farklı isimlerle kullanılmaktadır. Bu, üzerine barınma masrafları vb. eklenmiş ortalama bir işçinin ihtiyaç duyduğu malların bulunduğu bir sepeti temel alan bir endekstir. Başka bir deyişle, emeğin maliyetinin ölçüsünün endeksidir. Bu bakımdan Perakende Fiyat Endeksi, emek değer teorisinin paranın değer ölçüsü için bir temel oluşturmak üzere yeniden göz önüne alınmasıdır. Bu benzer alanlarda, örneğin kalkınma ekonomisi konusunda, açıksözlü yorumcular emeğin değeri için bir ölçünün analiz birimi olarak yeniden kullanımının pratik bir gereklilik olduğunu itiraf etmek zorunda kalmışlardır.

Emek değer teorisinin devam eden çekiciliği

Burada, bir ürünün değerinin bunun üretimi için harcanan emeğin süresi ile belirlenmesinin niçin bunun bugünkü kapitalist toplumumuzda bile “doğal” bir ölçü olarak değerlendirilmesine varacak derecede kalıcı bir çekiciliğinin bulunduğu konusunda bir parantez açmak gerekiyor. Bu çekiciliğin altında yatan, emek-değer teorisinin kısmen biyolojik bir temele dayanıyor oluşudur – her canlı organizma, eylemleri sonucunda kazandığı kalorilerin bu esnada hareket etmek ve canlı kalmak için yaktığı kalorileri en azından dengelemesini garantilemek zorundadır, aksi takdirde yok olur. İnsanlık tarihinin büyük kısmında, yakın bir geçmişe varıncaya kadar, insanın ekonomik aktivitesi bu biyolojik temelden pek o kadar uzaklaşmamıştır. Ekonomik aktivitenin büyük kısmının temel besin ihtiyacını karşılamak üzere yapılan tarımsal üretim olduğu ve bu emeğin büyük kısmının gerekli süre zarfında harcanan fiziksel çabayla ölçüldüğü sırada, temel geçinmeyi sağlamak için gerekenden artan marjinal zaman diliminde üretilmiş malların benzer bir zaman değeri ile değişimine dikkat edilmesi zorunluydu, yoksa nihai sonuç besin kıtlığı olurdu.
Günümüzde kapitalizmin yaptığı verimlilik devriminin ardından toplumun emeğinin %5’inden daha azının temel besin üretimine harcanıyor olmasına rağmen, kalori-kıtlığını aşmış bir dünyaya henüz varamamış olmamız şaşırtıcı değildir. Bugün verili bir malın veya hizmetin üretimi için gerekli zaman tahmin edilirken, insanların çoğunun benzer üretim kapasitesine sahip olduğu varsayımı geçerli kabul edilmektedir. Ancak aşağıda da göreceğimiz üzere, işbölümü giderek arttığından ve üretimde temel fiziksel çabadan gitgide uzaklaşıp akla dayalı problem çözümüne veya yaratıcı emeğe ağırlık verildiğinden bu varsayım giderek daha az inandırıcı olmaktadır.

Hayalden harekete

Dejacque 1860’larda beş kuruşsuz, yalnızlık içinde ve liberter komünizmin yüzyıllar boyunca herhangi bir gerçek ilerleme gösterebileceğine dair ümidi kırılmış bir biçimde ölmüştü, ancak 1870’lere gelindiğinde liberter komünizmin fikirleri Birinci Enternasyonal’de Bakunin’in takipçileri arasında kök salıyordu: Fransız anarşist kardeşler Elie ve Elisee Reclus, Jura Federasyonu’nun James Guillaume gibi İsviçreli militanları, Errico Malatesta, Andrea Costa ve Carlo Cafiero’yu içeren –ki bu sonuncusu Marx’ın bir zamanlar sekreteri olup kendisi tarafından İtalyan Enternasyonal’ini Marksizm’e döndürmek üzere İtalya’ya gönderilmiş, ancak sonunda kendisi anarşizme dönmüştü- Enternasyonal’in İtalyan seksiyonu. Enternasyonal’de Marx ve Bakunin mücadelesi döneminde bu militanlar Bakunin’e kollektivizm konusunda karşı çıkmamayı tercih ettiler. Bakunin’in kollektivizmi Hodgskin gibi emekçinin kendi ürünleri üzerindeki tam hakkının yanında ürünlerin çalışılan saate göre dağıtımını – yani ücreti - ve takası savunuyordu.
Enternasyonal’deki nihai ayrılığın gerçekleşmesi ve Bakunin’in bunu takip eden ölümü sonrasında bu kısıtlamalar kaldırıldı. “Anarşist komünizm” terimi basılı olarak ilk olarak 1876’da İsviçreli anarşistlerin yayınlarında kullanıldı ve bu yılın yazında İtalyan Enternasyonal’inin Floransa Kongresi kollektivizmi bırakıp komünizmi hedefleri olarak belirlemeye karar verdi ve şunu belirtti: “Bize göre üretim araçlarının ortak mülkiyetinin zorunlu tamamlayıcısı emeğin ürünlerinin de ortak mülkiyetidir.” İtalyan, İsviçreli, Fransız ve aslen Rus olan Kropotkin gibi bireysel militanların çabalarıyla liberter komünizm basit bir fikir olmaktan çıkıp Avrupa çapında devrimci bir hareketin amaç ve hedefi haline geldi.
Anarşist komünist hareket, hedefine dair görüşünde net olsa da, sınıf mücadelesi sürecinin ve kapitalizmden çıkacak ve onun yıkımını getirecek olan dinamiğin analizini yapmada zayıf kalmıştı. Bunun sonucu olarak, liberter komünist azınlığın militanlarının eylemleri isyana yönelik iradeci (voluntarist) teşebbüsler olarak kalıyordu, örneğin İtalyanların başarısızlığa uğramış Benevento ayaklanması veya patronların ve yönetici aristokrat sınıfın temsilcilerine yönelik gizli silahlı eylem veya suikast girişimleri. Hareketin bu “eylemle propaganda” döneminin başarısızlığı, işçi kitlelerinin pratikteki sınıf mücadelesiyle bütünleşmenin bir yolu olarak sendikalizme dönülmesine yol açtı. Ancak, yaşayan süreçle ve sınıf mücadelesinin dinamiğiyle bütünleşmenin bu biçimi, birçok olumlu etkisine karşın bazı sorunları da beraberinde getirdi.

Sendikalist Belirsizlik

Sendikalizm bir teori olarak bir zamanlar birbirinden ayrı olan, ancak başka açılardan sosyalizmin Marksist ve devletçi akımları tarafından savunulanlara paralel araç ve amaçların çekici bir şekilde karıştırılmasını öneriyordu. Sendikalizm bir yandan devlet iktidarının kapitalizm sonrası toplumda geçerliliğini korumasına karşı çıkıyordu. Sendikalizm iktidarın, demokratik ve federatif bir biçimde ilişkilenen sendikaların doğrudan kendileri tarafından kullanılmasını öneriyordu. İşçi sınıfın üretken örgütleri üzerinden kurulan bu düzen, toplumun devletin aracılığı olmaksızın emekçilerin kendileri tarafından doğrudan yönetimini öngörüyordu. Ancak öte yandan Marksizmin toplumsal özgürleşme sorununu Marksist partinin iktidarı alma sorununa indirgemesine benzer biçimde, sendikalizm de toplumsal dönüşüm sorununu, iktidar sorununa indirgedi; ‘devrimci’ diktatörlük devletinin değil de işçilerin örgütlerinin iktidarı. Marksist eğilimlerin iktidar sorununa odaklanmaları onları nasıl devrim sonrası toplumun gelecekteki ilişkilerinin biçimi sorununu ihmal etmeye ittiyse; sendikalizmin iktidara, bu her ne kadar farklı bir iktidar da olsa, odaklanması benzer şekilde kapitalizm sonrası toplumun sosyalist mi yoksa komünist mi olması gerektiği sorununa iyi ihtimalle bilinemezcilik, kötü ihtimalle ise kayıtsızlık ile yaklaşılması eğilimini doğurdu. Sendikalizm içinde kaçınılmaz bir şekilde Hodgskin’in kapitalistsiz kapitalizm ütopyasını dair umursamaz bir tavır ve kendi akışına bırakılması gereken bir süreç olarak görme eğilimi doğdu.
Bu eğilim, Batı Avrupa anarşizminden izole olmuş İspanya’da gelişkindi. İspanya anarşizmi Bakuninist kolektivizmden kopuşu gerçekleştirmedi ve kolektivizm/sosyalizm ile komünizm arasındaki tercih sorununu uzlaşmacı bir tavırla devrim sonrası dönemde her bir komünün kendi tercihine bıraktı. İspanya anarşist hareketi ne zaman ki CNT içindeki reformist eğilim ile mücadele etmek için spesifik bir anarşist politik örgüt (FAI) kurmayı gerekli gördü, sendikalizmin içindeki bu politik bilinemezcilik eğiliminin –sebebi olmasa da- etkileri, İspanya anarşist hareketi tarafından bir tehdit olarak görülmeye başlandı.
Ancak faşizm ve Stalinizm kıskacına yakalanan liberter komünizmin bir hareket olarak 1930lardaki “klasik” aşamasını esas olarak bitiren olgu, faşizmin İtalya ve Almanya’daki yükselişi ve İspanya’da onu izleyen yenilgiydi.

Liberter Komünizm nedir?

Liberter komünizmin ortaya çıkışlarını, çöküşlerini ve yeniden ortaya çıkışlarını aktardığımız hikâyeye bir ara verme ve onun soyut anlamda ne olduğunu araştırmanın vakti geldi. Liberter komünist bir toplum kapitalizm öncesi değil kapitalizm sonrasının toplumudur. İkincisi liberter komünist toplum ekonomik anlamda toplumsal ya da kooperatif üretimin egemen olduğu bir toplumdur. Kapitalizmin ardından geldiği için, gelişmiş bir işbölümü mevcuttur, öyle ki emeğin sadece küçük bir bölümü temel gıda üretimi ile uğraşırken, çok büyük bir bölümü başkaları tarafından tüketilen mal ve hizmetlerin üretimiyle meşguldür. Bunun doğal sonucu olarak üst düzeyde bir iletişim ve bilimsel ve teknolojik gelişim söz konusudur. Liberter komünizmi, kapitalizmden ayıran mal ve hizmetlerin tüketicilerine dağıtımının ya da aktarımının, tüketicilerin üretim sürecine olan katkılarına bakılmaksızın, onların ihtiyaç ve arzularının giderilmesi temelinde yapılmasıdır. Para ya da ücret diye bir şey yoktur ve mallar para ile ya da aynı değerde olduğu düşünülen –bu değer ister malın üretimi için gerekli zaman ile, ister başka bir ölçü birimi ile ölçülsün– başka mallarla takas edilmez.
Kapitalist toplumun işleyişine ve mantığına alışmış olan bizler için, bu anlattığımız bir saçmalık ya da gerçekleşmesi imkânsız bir hayal gibi görünmekte. Liberter komünizmi açıklamak için şu noktayı da eklemek gerek: Liberter komünistler (üretim araçlarındaki) özel mülkiyet, sınıflı toplum, para ve ücret ilişkilerinin hepsinin kapitalist toplumun birbirleriyle ilişkili öğeleri olduğuna inanırlar. Ve toplumu bu öğelerin bir kısmını yok ederken diğerlerini sürdürerek değiştirme girişimi –örneğin sosyalizmin önerdiği gibi sınıflı toplumu ve özel mülkiyeti ortadan kaldırırken, parayı ve ücreti sürdürmek–, sadece ve sadece istikrarsız ve çelişkili bir karışıklığa yol açacaktır. Ve bu karışıklık tam komünizme vardırılmazsa, ancak kapitalist dinamiğin görece istikrarına geri dönüşü getiren bir yıkılış ile son bulacaktır. Bir başka deyişle liberter komünistler kapitalizm sonrası toplumu, sosyalizmin önerdiği gibi bir yanı eksik olarak kurma girişimleri, komünizme değil ama kapitalizme geçiş aşaması olarak sonlanmaya mahkûm olduğuna inanırlar. 20. yüzyılın deneyiminin de, en azından Marksist devlet sosyalizmi projesi açısından bunu doğruladığını düşünürler. Leninizmin ve onun 57 farklı varyasyonunun liberter komünist eleştirisi, leninizmin liberter olmadığını değil, komünist olmadığını vurgular.
Bu noktada şunu vurgulamalıyız ki, liberter ya da anarşist komünizm terimini kullanarak, komünizmin devlet sosyalistleri tarafından kirletilmesine karşı olan tavrımızı ortaya koymaya çalışıyoruz. Yoksa otoriter ya da devlet sosyalizmine bir alternatif sunma derdinde değiliz, zira otoriter sosyalizm terimi çelişkili bir terimdir. Devlet otoritesini kullanmak hatta varolmak için ücret ilişkisine ihtiyaç duyar. Sırp başbakanı Slobodan Miloseviç’in ücretleri ödenmemiş diğer kamu emekçilerinin gösterilerini bastırmakla görevlendirilen Sırp toplum polisinin ücretlerini ödemeyi bıraktığında görmüş olduğu gibi, ücretli zor kullanıcılar olmadan devlet otoritesini uygulayamaz.
Bu anlamda komünizm her zaman liberter ya da anarşisttir, çünkü ücretin kaldırılması, polis, ordu ya da bürokrasi gibi devlet organlarını şekillendiren emir-komuta ilişkisinin kaldırılmasını da beraberinde getirir.
Devletçi sosyalizmin olumsuzlukları yakın tarihte açık bir şekilde ortaya çıkmış olsa da, liberter sosyalizm projesini de değerlendirmemiz gerekir. Liberter sosyalizm toprak ve üretim araçlarının ortak mülkiyete alındığı, fakat emeğin ürünlerine üreticileri tarafından sahip olunan ve bu ürünlerin başka ürünlerle üretimlerinde harcanmış emek zamanına dayalı olarak takas edildiği bir düzendir. Liberter komünistlerin iddiası şudur ki böyle bir sistem tüm üreticileri birbirlerinin rakibi haline getirir. Emek zamanına dayanan takas düzeni “üretkenlik paradoksunu” doğurur: kişinin verili bir ürünü üretmede harcadığı zaman ne kadar fazla olursa, onu bir başkasının o kadar fazla ürünü ile takas edebilir. Tersinden de kendi ürünü üretmede kişi ne kadar verimli ise, takas ederken o kadar az karşılık alır. Üretkenlik paradoksu, emek değerinin verimsizliği teşvik edici olması, verimliliği caydırmasıdır. Kapitalizmin verimliliğin artırımını bir idari fonksiyon olarak, üretken işgücünün çıkarlarına zıt bir şekilde uzmanlık dalı haline getirmesinin sebebi budur. Üretimdeki sınıf mücadelesinin kökenleri, emek zamanı değerine dayalı takastan kaynaklanan üretkenlik paradoksunda bulunabilir.
Bireysel çıkarların rekabet içinde olduğu bir düzen, insanların birbirlerini dostları olarak değil de potansiyel rakipleri olarak görmeleri ve genel için iyi olan yerine kendi dar çıkarlarının peşinden koşturmaları gibi olumsuz bir etki yaratabilir. O zaman hastalığı tedavi etmek için ücret alan doktorlarımızın, hastalığın ortaya çıkışının engellenmesi ile pek ilgilenmemeleri sürpriz olmaz.
Ancak bireysel rekabet düzeninin yarattığı en büyük kötülük olan “herkesin herkese karşı savaş halinde olması” –bellum omni contra omnes– olgusu, bizim en önemli toplumsal ürünümüz olan içinde yaşadığımız toplumun yabancı bir “öteki” haline gelmesi sonucunu doğurur. Bu ötekileşmiş ve yabancı varlığı hiçbirimiz kontrol edemeyiz fakat hepimiz onun tarafından kontrol ediliriz. Herkes herkes ile toplumsal üretimden aldığı ufak bireysel payı maksimize etmek için rekabete giriştikçe, içinde yaşadığımız topluma sahip olmaktan çıkarız. Liberter komünistler, kapitalist ilişkiler altında payımıza düşen sahip olduğumuz önemsiz toplumsal ürün birikiminden vazgeçip, onun karşılığında aslında bizim bir ürünümüz olan toplumun tümünün gidişatı üzerinde bir sahiplik ve kontrol elde etmenin herkes için hem maddi açıdan hem de özgürlük açısından net bir kazanım ile sonuçlanacağına inanırlar. Bunlar gerçekten güzel sözler, fakat buradan mantıksal olarak şunu çıkarabiliriz ki eğer kişinin kendi emeğinin ürünleri üzerindeki bireysel mülkiyet haklarından vazgeçip yerine kapitalizm sonrası toplumunda ortak mülkiyete geçtiğinde, bu herkes ya da insanlığın büyük bir bölümü için net bir zarar anlamına gelirse liberter komünistlerin haksız oldukları ortaya çıkar. Dahası tarihin sonunun geldiğini ve kapitalist dünyanın tüm olası dünyaların en iyisi olduğunu savunan kapitalist iddiaya inananların haklılığı kanıtlanmış olur.
Günümüze kadar bu sorun tüm muhatapları tarafından bir devrimin bu yakasında, yani devrim yapılmadan ve devrim deneyi yaşanmadan çözülemeyecek bir sorun olarak görüldü. Ancak son birkaç yıldır bugünkü kapitalist toplumda bile bu önkabulü şüpheye düşüren yeni gelişmeler yaşanmakta.

Komünün ötesine – merkezsiz anarşi

Söz konusu yeni gelişmeleri incelemek için yeniden bir tarihsel anlatıya girişmeden önce, üretim sürecinin bazı diğer yönlerini, hem kapitalizm altında geliştiği biçimiyle hem de kapitalizm-sonrası ilişkiler içinde gelecekte nasıl gelişebileceği açısından incelememiz gerekir.
İlk eğilim üretimin giderek artan bir şekilde bölgesel olmaktan çıkması. Bundan kastımız spesifik bir bölgeye bağlı olmayan üretim sahalarının sayısının giderek artması. Gıda üretimi yani tarım bölgeseldir yani spesifik bir yerde olur ve biter. Ekini topladığınız toprak parçasının önceden hazırladığınız ve ekim yaptığınız toprak parçası olması gerekir. Sonuç olarak tarım üzerinden geçinmenin hâkim üretim biçimi olduğu insanlar ve tarihsel dönemler için üretimin yapıldığı bölgede yaşamak büyük ölçüde tipikti. Bu yerleşmiş tarım toplulukları üretimi, tüketimi, yeniden üretimi ve neredeyse tüm toplumsal etkileşimleri tek bir mekânda birleştirmişlerdi. Bu büyük ölçüde kendi yeterli olan ve potansiyel olarak kendi kendini yönetebilecek olan topluluk on dokuzuncu yüzyıla yani kapitalizmin yükselişine kadar, yeryüzündeki hemen her kültürde yüzyıllardır varlığını sürdürmüş olan bir toplumsal biçimdi. Bu biçim anarşistlerin ve on dokuzuncu yüzyıl ile yirminci yüzyılın başlarının diğer farklı ilerici eğilimlerinin tasavvuru üzerinde güçlü bir etkiye sahipti. Rusya’nın “mir”i Kropotkin’in liberter komünizmini etkilediği gibi, İspanyol ve daha özelinde Endülüs “pueblo”su CNT’nin Isaac Puentes’inin görüşlerini etkiledi.
Fakat üretkenlik düzeyleri ve onunla ilgili olarak işbölümü arttıkça, emekçi kesimlerden daha fazla ve daha fazla insan tarımdan ve kırsal kesimden uzaklaştırıldı ve kentlere yöneldi. Başlangıçta bu tarımsal olmayan yerleşimlerin bir kısmı bölgesel olarak spesifik üretim merkezleri idi, örneğin madenler, balıkçılık yapılan limanları vs. Bu son nokta bizi önemli bir yere götürüyor; tarımsal olmayan yerleşimler, en azından üretemedikleri gıdayı kentsel alana getirmek açısından malların ve insanların akışını zorunlu kılar. Aslında kentsel alanların gelişiminden önce de, tarımsal yerleşimler marjinal fakat son derece gerekli olan göçebe topluluklar ile etkileşim içerisindeydiler ve onların aracılığıyla yerel olarak üretmeleri imkansız olan ürünlere ulaşabiliyor ve uzak diyarların kültürlerinden ve oralarda olup bitenlerden haber alıyorlardı. Yerleşik ve göçebe topluluklar arasındaki derin anlayışsızlık ve karşılıklı şüphecilik uçurumlarına ve sayıca üstün olan yerleşiklerin azınlık olan göçebeleri üretken topluma dâhil görmeme eğilimine rağmen iki grup toplumsal bütünlüğün karşılıklı olarak birbirine muhtaç olan bileşenleridir. Bu noktada göçebe toplulukların katkılarının bölgesel-olmayan doğasını hatırlatmakta fayda var.
Sanayileşme ilerledikçe hareket ettirilemez devasa tesisler haline büyük merkezi işyerlerinin ortaya çıkması bölgesel (toprağa bağlı, sabit) üretim biçiminin devamını getirdi. Bu aşamada imalathanelerin ve fabrikaların emekçileri onların gölgesinde yaşamaktaydı ve emekçiler işe yürüyerek gidiyordu. İşyerinde yaşanan anlaşmazlıklar mahallelere yansıyor, mahallelerde yaşanıyordu. Sınıf mücadelesi mahalli idi.
Ancak devam eden uzmanlaşma, toplumsal üretimin altbölümlere ayrılması ve yeni üretim alanlarının ortaya çıkışı üretimin giderek artan oranda bölgesel olmaktan çıkmasını getirdi. Pek çok işyeri bir yerden öbürüne az çok taşınabilir hale geldi. Üretimin bu şekilde bölgesel olmaktan çıkması özellikle maddi olmayan üretim için son derece belirgin, örneğin bilginin üretimi ve iletişimsel işler giderek artan oranda önem kazanan bir toplumsal üretim alanı. İletişim her türden toplumsal üretimin zorunlu bir parçası ve yüzyüze iletişim maliyet ve verimlilik açısından rakipsiz kalmaya devam ettikçe, işyerinin bu iletişimin kurulması için fiziksel bir araya geliş noktası olarak yeri doldurulamaz bir rolü olduğu açık. Son günlerde telekomünikasyon teknolojisindeki ilerlemeler sonucu bölgesel olmaktan tamamen çıkan toplumsal üretim sürecinin ortaya çıkışına şahit oluyoruz – katılımcılarının bir araya gelme gereği duyduğu bir işyeri olmayan üretim süreci.
Bir toplumsal alan ise büyük çoğunluk için bölgesel kalmaya devam etti, evsel alan, yani yaşadığımız yer. Değişen şu ki bu evsel ve yeniden üretimsel alan artık üretken bir alan, yani üretimin yapıldığı bölgeler ile doğrudan alakalı olan bir yerde bulunmuyor. Herhangi bir verili kentsel mahallede sakinler tipik olarak pek çok farklı yerlerde ve işlerde çalışmaktadır ve sabit bir işyeri olmayanlar dahi vardır. Aynı şekilde sabit işyerlerinde işçiler değişik mahallelerden gelmektedirler. Kırsal topluluktan farklı olarak artık üretimi, tüketimi ve yeniden üretimi ilgilendiren tüm meselelere dair kararların onlardan doğrudan etkilenenler tarafından alınabileceği tek bir biraraya gelme noktasından söz edilemez. İnsanların sonuçlarından etkilendikleri kararların alınmasına katılmaları için pek çok sayıda farklı, her biri farklı bileşenlere sahip iletişimsel birliğe katılmak zorundalar. Bu merkezsizleşme etkisi toplumun yeniden inşasında kullanılacak olan temel toplumsal biçim olarak komün idealinin artık geçersiz olduğunu ilan etmekte. Eski federalist görüş önerdiği yerelden küresele uzanan dallanan bir ağaç şemasını andıran –yukarıdan aşağıya otoriter bir şekilde değil de, tabandan yukarıya doğru demokratik bir şekilde işleyen– düzenli karar alma yapısının yerini, birbiriyle etkileşim halinde fakat birbirinden ayrı olan ağların hâkim bir merkezi olmayan çeşitliliği ve çokluğu almak zorunda. Komün öldü, yaşasın komün!

Parasız Yazılım ve Zihinsel Mülkiyet

Şimdi soyutlamalardan uzaklaşıp daha önceden andığımız, kapitalist sınırlamalar olmaksızın işleyen üretimin verimliliğini pratik olarak test etme ihtimalimize dair varsayımlarımızı tümden değiştiren gerçek tarihsel gelişmelere dönmenin vakti geldi. Gerçekten de son yıllarda herhangi bir devrimci ya da anti-kapitalist hareket ile tamamen alakasız bir şekilde böyle bir pratik deneyim yaşanmakta. Bu deneyim kapitalist şirketlerin bilişim alanında yaptıklarına karşı bir tepki olarak doğdu. Parasız yazılım ve açık kaynak hareketlerinin yükselişinin tarihi kendi başına bir hikâyedir ve bu tarihin yazılması için henüz erkendir. Medya ve akademiden kimi araştırmacılar bu fenomeni açıklamaya ve özel olarak da kapitalist ekonominin sözde olumlu doğasına dair savunulan kimi iddiaları yalanlayan yanlarını anlamaya çabalayan bazı kitaplar yazdılar. Kısaca aktarmak gerekirse parasız yazılım hareketi binlerce yazılım üreticisinin ve bilgisayar korsanının para kazanmaksızın ortaklaşa çalışarak yarattığı bir hareket. Bu ortaklaşa çalışma sonucunda ortaya çıkan tüm yazılım sistemlerine üreticileri sahip olmuyor, bu sistemler herkesin malı oluyor.
10 yıldan kısa bir sürede tamamen gönüllü olan ve ücretsiz çalışan tüketici üreticilerin ortak ağı bir işletim sistemi üretti – GNU/Linux. Bu sistem, küresel kapitalizmin en başarılı yüksek-teknoloji şirketi olan Microsoft’un en temel ticari ürünü ile başa baş olmak bir yana, pek çok açıdan ondan üstün. Parasız yazılım hareketinin bu başarıya ulaşmak için harcadığı kısa zamanı, Microsoft’un ürününe yatırdığı onyıllar ile karşılaştırdığımızda ve dahası ücretsiz çalışan bilgisayar korsanlarının bu işi boşzamanlarında yaptıkları gerçeğini de işin içine kattığımızda, ücretsiz ve ürün üzerinde mülkiyet iddiası olmayan üretimin göreli verimliliğine dair güçlü bir argüman elde etmiş olduğumuz net bir şekilde görülür.
Tahmin edeceğiniz gibi bu yeni gelişmeler biraz da, üretilen şeyin, yani bilgisayar yazılımının doğasından kaynaklanmakta. Farkı anlamak için gelin bir araba ile kıyaslama yapalım. Kavramsal olarak bir otomobilin üretimini iki üretim sürecine ayırabiliriz. Birincisi arabanın tasarımının üretimi, ikincisi de o tasarımdan hareketle bir arabanın üretimi. Araba üretiminde de geçerli olan gibi seri üretim tarzında fiziksel ürün, yani gerçek araba o araba modelinin tasarımını belirler. Yani her bir arabanın fiziksel parçalarının üretim maliyeti tüm tasarımcıların ücretlerinden çok daha fazladır. Öyle ki bir araba şirketinin, bir araba farının plastik kalıbının maliyetinde 5 kuruşluk bir azalma sağlaması için, bir mühendisi iki yıl boyunca istihdam etmesi ekonomik açıdan mantıklıdır.
Buna tamamen zıt bir şekilde bilgisayar yazılımı söz konusu olduğunda bir yazılım ürününün kopyasını elde etmenin ve onu kullanıcıya ulaştırmanın maliyeti, orijinal tasarımı üretmenin maliyeti ile karşılaştırıldığında son derece önemsizdir. Yani ürün olan şey aslında tasarımın ya da prototipin kendisidir. Bu önemli bir nokta çünkü son ürün ister 10, ister 1.000, isterse 1.000.000 kullanıcıya ulaşsın yazılım üretmenin emek maliyeti değişmez. Bu durumun önemli bir sonucu var: bir yazılımı kendisi ile eş emek değerine sahip bir ürün ile takas etmek imkânsızdır. Bir yazılım üreten bir bilgisayar korsanının bu işe otuz gününü harcadığını düşünelim. Bu kişi bu ürünü 30 kullanıcıya kendisinin 30 günlük ücretini karşılayan bir paraya satsın. Bu adil bir takas gibi görünüyor. Fakat ya bu kişi daha sonra bu yazılımı başka 30 kullanıcıya, 300 hatta 300.000 kullanıcıya da satarsa?
Bir araba ile bir yazılım arasında başka bir fark daha var. Arabada eğer bir arıza bulunursa, tüm diğer üretilmiş arızalı arabalar teker teker tamir edilmek zorunda kalacaktır. Ancak bir yazılım söz konusu olduğunda kendi kopyasında bir arıza bulan ve onu tamir eden her kullanıcı bu tamiratı o programı kullanan herkesle sıfır maliyete paylaşabilir. Parasız yazılımın ortak üretim sürecini böylesine üretken yapan şey ürünün bu çoğaltılma özelliği. Her yeni kullanıcı, ürünün değerini potansiyel olarak arttıran bir pozisyondadır ve programı geliştirenler ve kullanıcılar arasındaki iletişim ve geribildirim, üretim sürecinin önemli bir parçasıdır.
Yazılım üretiminin emek değeri ile ölçülmesini olanaksız kılan bir ikinci engel de mevcuttur: orijinal ya da yaratıcı emeğin metalaştırılamaz oluşu. Metalaştırılabilirlikten kastım, verili bir satın alınabilir maddenin takas edilebilir bir seviyeye indirgenebilir oluşu. Öyle ki söz konusu maddenin verili bir miktarı, aynı maddenin her hangi bir başka verili miktarına eşittir. Patatesler metalaştırılabilirdir, beş kiloluk bir patates çuvalı, bir başkasıyla değiştirilebilir ve kişinin bu takastan değersel bir kazancı ya da kaybı olmaz. Kapitalist üretimin mantığı emeği metalaştırılabilir hale indirgemektir, bu şekilde verili bir sayıdaki işçilerin yarattığı ürün, aynı sayıdaki bir başka grup işçinin ürünü ile eşdeğerde kabul edilir. Ancak ürün esas olarak bireysel orijinal yaratıcılığa dayandığı zaman bu süreç işlemez. Yetenekli bir bilgisayar korsanının, geniş bir vasat yazılımcı grubunun aylar süresince ürettiği programı, birkaç haftada üretebilir olduğu iyi bilinir.
Parasız yazılım hareketi katılımcılarının çekirdek kadrosunun motivasyonunu sağlayan bir unsur da işte bu üstün olma ihtimalidir. Bir şeyi iyi yapma başarısının kendisi de bir motivasyondur, özellikle de ücretli-çalışma koşullarımızın bizi yeteneklerimizin çok daha altındaki işleri yapmaya zorladığı bu toplumda. Parasız yazılım çevresinde şöyle bir deyiş vardır: “insanlar ilginç buldukları işleri yaparlar”. Aynı şekilde insanların ilginç buldukları işler, çoğunlukla onların bireysel yeteneklerinin tümünü harekete geçiren işlerdir. Değişim değerinin, yani takasın sınırlamalarından kurtulan insanlar, “toplumsal olarak zorunlu ortalama emek zamanlarını” icra edecekleri etkinlik alanlarını özgürce belirlerler. Öyle ki böyle bir ortalama zaman asla belirlenemez, tahmin edilemez olur. Doğal olarak kolektif bir emek sürecine katılan yeteri kadar kişi aynı şeyi yapmayı başarırsa, genel süreç her türlü ücretli üretim sürecinden çok daha üretken ve başarılı olacaktır.
Yukarıda saydığımız durumlar eğer sadece görece yeni bir üretim sahası olan yazılıma ve daha da yeni bir olgu olan parasız yazılım hareketine özgü ve bu alanlarla sınırlı ise, o zaman ilginç bir vaka olmakla beraber pek fazla bir şey ifade etmeyeceklerdir. Ancak yazılımın pek çok özelliği –tek bir tasarım ürünü ile onun potansiyel olarak sınırsız kopyasının ve bunların dağıtımının çok düşük maliyetli oluşu arasındaki ilişki– aynı zamanda kitaplar, müzik, film, bilimsel ve akademik araştırmalar gibi pek çok diğer “fikir” ürünleri için de geçerli, çünkü günümüzde internet bu ürünleri kağıt, vinil ve selüloit gibi maddelerin aracılığından kurtarmış durumda. Gerçekten de “Entellektüel Mülkiyet Hakları” tarafından kapsanan tüm bir alan benzer şekilde “adil” bir değişim (takas) değerine indirgenme açısından problemlidir.
Dahası bu maddi olmayan ürünlerin üretimiyle uğraşan ekonomik etkinliğin miktarı giderek artmakta, öyle ki kapitalist dünyanın merkezlerindeki temel sektör olma yolunda ilerliyor. Bu eğilim elbette ki toplumsal değişimin serpilmesine yol açmaz. Ancak -parasız ürün sunan üretken ağların artışı ve tüketicilerin fikir ürünlerini doğrudan şekilde edinmesinin yaygınlaşması gibi- karşı eğilimler ile kapitalist zihinsel/entellektüel mülkiyet savunusu arasında bir mücadele verilmektedir. Zihinsel mülkiyeti yaygınlaştırma ve savunma mücadelesinde kapitalizmin savunucuları, takasın merkezi meşrulaştırıcı öğesinin yani emek değer teorisinin altını oymaktalar. Özgürlükçü komünistlerin rolü bugün de geçmişte olduğu gibi pek çok açıdan aynı kaldı: bir yandan sınıf mücadelesinin bugünkü dinamiklerine aktif şekilde katılmak, öbür yandan da kapitalist ilişkilerin ötesinde bir geleceği savunmak. Ancak bugün kapitalizm sonrası takastan arınmış ortak üretim süreçlerinin artık hipotez olmaktan çıkıp gerçeklikte hayat buldukları gerçeği bizim için bir avantaj. Bunun tersine kapitalizmin savunucusu ortodoks “apolitik” ekonomistlerin, insanların paranın teşvik ediciliği olmadan asla toplumsal olarak yararlı ürünler üretmeyecekleri iddialarının boş birer hipotez oldukları ortaya çıkmıştır.

 
HAVA DURUMU TARİHTE BUGÜN KÖŞE YAZARLARI
 






DUYURU PANOMUZ
 

DUYURU PANOMUZ


HALK ŞİİRİNDE EMPERYALİZME BAŞKALDIRI ANTOLOJİSİ KİTABIMIZ ÇIKTI DUYRULUR

YENİ

EY RENKSİZ DÜNYA Kitabım Çıktı Ufuk Matbadan 2009
isteme adresi
yusufter5711@hotmail.com

sitemize hoş geldiniz


Kitabıma Ulaşa bileceğiniz Kitapçı OKTAY DAĞDEVİREN Tel:0535 838 82 52 -Ey Renksiz Dünya Kitabım


Çıkan Kitaplarım ..DAĞLAR ŞAHİT AŞKIMA ..RÜZGAR GÜLÜ ..PALAZLANMIŞ YAVRUM ..ŞİİR KÖR İNSANIN GÖZÜDÜR
YUSUF TER
İletişim

SÖZLÜK
 


 
Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden